9 Ağustos 2012 Perşembe

CERN İzlenimleri vol:1

Çok çok uzun zamandır yazmamıştım, hatta hesabımın şifresini bile unutmuşum. Ama CERN'e geldiğimden beri, burası hakkındaki görüşlerimi yazmayı düşünüyordum. Çalışmaya başlayalı 6 hafta geçti ve sanırım hakkında yazabilecek kadar bilgi birikim sahibi oldum.

Çoğu insanın ilk sorduğu gibi, tabii benimde gelmeden önceki beklentim o yöndeydi, CERN kampüsü ultra-teknolojik, göz-tarayıcılarla kapıların açıldığı, her yerde kameraların olduğu bir kampüs değil. Aşağıdaki fotoğrafta açıkça görülebileceği gibi kampüs tamamen yeşil alanlardan ve binalardan oluşuyor:

Binalar çoğunlukla yaşlı, sonradan eklenen birkaç bina, ATLAS-CMS binası gibi, yeni ancak eski mimariden vazgeçilmeyip, uyum korunmuş. Kampüsün içinde 4 tane farklı restoran, akademisyenlerin ve gazetecilerin gelip konaklayabileceği 3 tane hostel var. Geçen gün okuduğum bir gazete yazısından yola çıkarak ek bilgi vermek istiyorum. Bu restoranlarda günün sabah açılışından gece kapanışına kadar alkol satışı serbest. Okuduğum gazete haberinde Tayyip Erdoğan "Öğrenci üniversitede kafayı mı bulacak, ilim mi öğrenecek?" demiş. Sanırım ikisinin de aynı anda olabildiğine güzel bir örnek var karşımızda İlginç gelebilecek diğer bir bilgi ise, CERN kampüsünde hemen hemen hiç denetleme kamerası yok, bu kadar büyük öneme sahip bir bilim merkezi için şaşılacak bir ayrıntı. Ayrıca, CERN kimliği olan herhangi birisi, herhangi bir arkadaşını kimseye farkettirmeden içeri alabilir!

Şu ana kadar kampüsten bahsettim ama CERN sadece kampüsten ibaret değil. Çalışanlara sunulan imkanların neredeyse haddi hesabı yok. Havuz, Spor Merkezi, Dans Kulüpleri ve daha aklıma gelmeyen birçok şey gerek kampüs içinde gerekse kampüs dışında mevcut. Kampüs dışında olan tüm bu imkanlardan CERN'de çalışmayıp civarda oturan herkes yararlanabiliyor!

Gün içerisinde iş gereği İsviçre-Fransa sınırını günde 10 kereden fazla geçtiğiniz durumlar olabiliyor:
                                               (En yakındaki ağaç Fransa-İsviçre sınırı!)
 

Mesela ATLAS deneyi İsviçre tarafındayken, bir diğer büyük deney olan CMS Fransa tarafında. Kampüs içinde bisiklet kullanımı yaygın olsa da CMS deneyine giderken insanlar ya bedava servisleri kullanıyor ya da Car Sharing denen imkanı kullanarak CERN arabalarından birisini birkaç saatliğine kullanabiliyorsunuz, tabiiki ücretsiz.

Daha sonra tekrar yazacağımı düşünüyorum ama son olarak sadece 8 haftalığına staja gelmiş bir lisans öğrencisine nasıl davranıldığını anlatmak istiyorum. İlk olarak, kesinlikle önemsememe gibi bir durum söz konusu değil, aksine buraya gelen her stajyerin "gerçek" bir projenin parçası olmasına ve gerçekleştirilen deneye katkıda bulunmasına çok önem veriyorlar. Senden sorumlu olan kişi süpervizörün olsa bile, diğer akademisyenler ve mühendisler de yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmalarının yanı sıra, yeri geldiğinde herhangi bir konu hakkında senin fikrini sormaktan çekinmiyorlar. "Bilim insanı mütevaziliği" olgusunun son raddesini görüyoruz burada. İkinci olarak, hangi deneye mensup olursan ol (ATLAS, CMS, AMS, LHCb gibi), sisteme kaydolduktan sonra mail-list'e ekleniyorsun ve deneyle ilgili, en üst düzey akademisyenlerle aynı tüm bilgilere eksiksiz ulaşabiliyorsun. Son olarak kendi adıma konuşmam gerekirse, bana verilen projede ATLAS deneyi için baştan dizayn edilen iç-piksel silikon dedektörünün son test programının yazılması isteniyor. Bulunduğum proje yaklaşık 4 milyon euroluk bir proje ve bu yeni piksel dedektörünün eskisiyle değiştirilip değiştirilmeyeceğine karar verecek olan testi ben yazıyorum. Bu kadar büyük bir sorumluluğu, sana güvenip verebilmeleri gerçekten takdire şayan.

Bu da kendi testimi servis panelleri üzerinde denerken bir fotoğraf:
 

Şimdilik yazacaklarım bu kadar, umarım daha sonra bu bilgilere eklemeler yaparım. Aklından herhangi bir soru geçen olursa, lütfen çekinmeyin sorun :)

Mert

28 Temmuz 2011 Perşembe

Şike operasyonu, medya ve inandıklarımız üzerine - 1

Merhaba,

Malumunuz, şike operasyonu başladığından beri 25 gün dolmuş bulunmakta. Bu 25 gün içerisinde çok sevdiğim kulübümün içinde bulunduğu durumdan dolayı, tüm bu yaşanan olayları, ulaşabildiğim en ufak detayına kadar inceledim. Yakınlarımdan birinin soruşturmada avukatlık yapması sebebiyle bilgilerimden eminim. Bu kayıtta bütün yazacaklarımı objektiflikten şaşmadan yazmaya çalışacağım.

Operasyon, 3 Temmuz Pazar günü Aziz Yıldırım'ın saat sabahın 7.30'u sularında 10 polis eşliğinde evinden alınmasıyla başladı. Eş zamanlı operasyon sonucu Şekip Mosturoğlu, Mecnun Odyakmaz, Bülent Uygun ve aşina olduğunuz diğer isimler polisler eşliğinde gözaltına alındı. Tüm olayların başlangıcı olarak burada dikkatini çekmek istediğim nokta şu: gözaltılar polis eşliğinde ve polis kamerası eşliğinde oluyor. Bu birinci nokta. Karşılaştırabileceğim 2. nokta ise, diğer tüm tutuklamaların, 1. ve 2. dalga içinde, emniyete ifade vermek için çağırılmasıyla oluyor. Ne farkı var diyeceksin. Fark tam olarak yazımın şekilleneceği noktayla ilgili: Soruşturmanın Aziz Yıldırım'la ilgili olan kısmı medyaya kullanması için malzeme verilecek şekilde düzenleniyor.

Peki bu ne işe yarar? Bu ne işe yarar söyleyim. Bunlar sembolik nitelik taşır. Polis kalkıp sadece Aziz Yıldırım'ın gözaltına alınma görüntülerini, eşkal fotoğrafını basına sızdırıyorsa, bunun nedeni yıldırma politikasıdır. Hemen sözlerimi Fenerbahçe avukatlığı olarak nitelendirenlere söylüyorum: Aynı şeyin size yapıldığını hayal edin. Empati yeter şimdi tekrar beni dinleyin. Buna karşı, o polisin işine son verildi diyenler var, size bir şey söyliyim. Bir polisi açığa almak dünyanın en zor işi değildir, bu polise maaş bağlanabilir, anlaşılabilir. Resmin sızdırılması ile ilgili çok kesin konuşamıyorum, çünkü kesin kanıtlara ulaşamadım. Sonuç olarak geçmek istediğim nokta şu: Neden Fenerbahçeliler bu kadar üstüne alındı diyenlere şunu söyleyeyim: Soruşturma Fenerbahçe üzerinden dönüyor arkadaşlar.

Daha başa alırsak, operasyon nasıl başladı: Giresunspor Başkanı Olgun Peker, bağlantılarından ötürü takip ediliyordu. Olgun Peker'in iki adamının Fenerbahçe Kongre üyesi olmasıyla başlanan süreç içerisinde Aziz Yıldırım'ın da takip edilmeye başlandığı söylendi. Bu nokta da durmak gerekir. Kimse, bu sürecin içerisine Aziz Yıldırım'ın nasıl dahil olduğunu anlayamamaktadır. Ayrıca Aziz Yıldırım 2006'da katıldığı bir programda telefonlarının dinlendiği kendisi belirtmiştir. Yine ne Aziz Yıldırım kanıt gösterdiği için, ne polis bu iddiasını delillendirebildiği için kesin yargı yapmaktan kaçınıyorum. Fakat tüm bu olayların başlangıcı, polis ifadesiyle budur.

Aralık 2010'dan beri "mahkeme kararı alınmadan" yapılan dinlemelerde Fenerbahçe Başkanı ve bir takım insanlarla ilgili fazlasıyla ses ve görüntü kaydı elde edilmiştir."Mahkeme kararı alınmadan" ne demek önce bunu söyleyeyim. Mahkeme kararı alınmadan yapılan dinlemeler ve elde edilen deliller mahkemelerde kullanılamaz.

Burada öne çıkan iki nokta var:

1) Eğer bu deliller kullanılamayacaksa şike operasyonu nasıl yürütülüyor?

2) Polis delilleri elde ederken neden suç üstü yapmadı? Suç üstü yapmak keyfi değildir, zorunludur.

Bu noktaları unutmayın. İleride lazım olacak.

Şimdi bunun neden bir şike operasyonu olmadığını anlatacağım. Bu noktayı anlatırken mantık çerçevesinde hareket ediyorum:

10 Aralık'tan beri Aziz Yıldırım şike yapacağı veya yaptığı şüphesiyle mi takip ediliyordu? Sporda şiddet yasası henüz geçmemişken, yıllardan beri bu işlere hiç karışmamış olan organize suçlar şubesi, şimdi mi karıştı? Bana gerçeklikten çok uzak geliyor.

Şu anda bilgisi olmayanlar için söylüyorum: Aziz Yıldırım silahlı suç örgütü kurmaktan ve şike yapmaktan yargılanıyor. Yani polis Aziz Yıldırım'ı şike amacıyla takip etmeye başlamıyor. Peki silahlı suç örgütü neden?

Olgun Peker, Sedat Peker'in manevi oğlu, evinde 8 tane ruhsatsız silah yakalanıyor. İşte bu silahlar Aziz Yıldırım'ın başı olduğu silahlı suç örgütünün, savcının dayandığı noktaya göre. Aziz Yıldırım ise bunları tamamiyle reddediyor. Bu noktayla ilgili çok fazla bilgim olmadığı için bir şey söyleyemem. Ancak işin şike kısmında çok büyük boşluklar var.

Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım'ın içeri alınma sebebi şike değildir.Sadece bir futbolcuyla ve onun hakkında da hiç delil yokken şikeden bahsetmek mümkün değildir.Ayrıca şikeyle ilgili gözaltına alınan kişilere savcının sorduğu soruları görseniz, gerçekten operasyonun şikeyle ilgili olmadığını anlarsınız.Mesela;

-Fenerbahçe, şampiyonluk yolunda çekiştiği Trabzonspor'dan futbolculara Beşiktaş'ı yenmesi için teşvik primi vermiş.

Bunu ben sallamadım. Aziz Yıldırım'ın avukatı, savcılık sorgusundaki soruları medyayla paylaştı ve savcılık bilgilerin doğruluğunu onayladı. Bir başka soruda ise şu var.

- Manisaspor'un Trabzonspor'a yenildiği maçtan sonra Fenerbahçe Manisaspor'a para vermiş.

Takdir edersinizki, Manisaspor puan bile alamadığı halde parası ödenmiş.

- Sivasspor futbolcusu Mehmet Yıldız'a, " o golü neden kaçırdın" diye sorulmuş.

Daha niceleri var ama siz benim varmak istediğim noktayı anlayın:

Soruşturmanın temeli şike değil. Şike konusu gündemde tutularak kamuoyu yaratma çabası ve karalama kampanyası yapılmaktadır. Karalama kampanyası "fenerli medya" diye tabir edilen medyamız tarafından devam ettirilmektedir. Paranoyaklık değil bu yaptığım, bütün medya bunu bilinçli yapıyor demiyorum. Fakat burada sızdırılan yalan yanlış bilgilerin bir sebebi var, güvensizlik oluşturup, daha sonra alınacak kararları yavaş yavaş "normalleştirmek".

Normalleştirmekten kastım ne, yine örnek veriyorum. İnternet yasağı ilk gündeme geldiğinde insanlar galeyana geldi, fakat kaç gün sürdü? En fazla bi hafta, artık aklına internet yasağı gelen var mı? Yok..Çünkü normalleşti. Ya da Artvin-Hopa'da yaşanan skandal, başbakanımızın o sözleri..unutuldu gitti. Normalleşti.

Medyada her gün okuduğumuz ve bilinçli insanların inanmadan önce araştırdığı, fakat aynı bilince sahip olmayan insanların körü körüne inanıp, ithamlarda bulunduğu bu bilgiler, tamamen kamuoyu yaratma çabasının bir ürünü olup, ileride verilecek kararların, "ŞAŞKINLIK YARATMAMASI İÇİN" yürütülmektedir.

Aziz Yıldırım'ın "siyasi bir kitap" isteyerek anlatmaya çalıştığı, soruşturmanın siyasi olmasının sebebini diğer yazımda anlatıcam,

Okuduğunuz için sağolun.

mert

4 Haziran 2011 Cumartesi

yaşam konusunda edindiğim tecrübeler üzerine

Merhaba,

Bu yazıda, bu dönem boyunca edindiğim tecrübeleri ve bunların yorumlarını sizinle paylaşacağım. Bütün bir sene boyunca neler öğrendiğimi, nasıl öğrendiğimi açık açık anlatacak olmasam da yine de düşüncelerimi anlayabileceğinizi düşünüyorum.

Sene sonu itibariyle, görüyorumki aslında bütün yaşananların altında tek bir değişken var. Daha önceleri pek başarılı olamadığım bu değişken pek çok kapının anaharı olmakla kalmadı, zaten aralık olan kapıları da daha çok araladı. Nedirki bu böyle, bu kadar etkili? Bu ne istediğini bilmektir, nelere kadir olduğunu bilmektir. Yaşamak istediklerini anlayıp, tüm olasılıkları gözler önüne sermektir çekinmeden. Oluşabilecek her duruma hazırlıklı olmak, kabullenmekten ziyade uğruna savaş vermektir. Şu ana kadar tüm sözlerim daha çok benim anlayabileceğim şekilde oldu farkındayım. Bir de şöyle deneyelim: Ne yaşamak istediğini, ne yaşamak istemediğini biliyor musun? Yoksa çok sevdiğim bir dostumun dediği gibi her karar bir vazgeçiştir mi diyorsun? Yoksa hiç düşünmüyor musun bile? Bir yıl daha yaşlanmış Mert'in sana verebileceği tek tavsiye, hayatında yer almayı hakedenlere şans ver. Bu bir bira da olabilir, bir kitap da, bir insan da. Dışarı da, hayat devam ederken, senin hayatında olmak isteyen, olmayı hakeden bir sürü şey var. Git ve onları bul. Kararsızlıkla geçirme ömrünü. Hakedenlerin zamanını kısaltma.

Tüm bunların yanı sıra, tatil güzel şey, belirtmeden geçemem. Tüm sevdiklerim, hayatımda kalın.

Mert

7 Aralık 2010 Salı

hayal kurmak üzerine

Merhaba,

Şu an gece olmasına rağmen, zihnimin aktif halde olması ve sürekli yeni hayallerle dolması üzerine yazmaya karar verdim bu defa. Hayal kurmanın gerçek anlamda ne demek olduğunu ve insanın hayatında nasıl bi etkide bulunduğunu tekrar anlamış birisi olarak, bu gece de hayal(ler) kuruyorum.

Hayallerimden birinde, İsveç'te balıkçılık yapıyorum. Bir teknemiz var, üç arkadaşız. Birimiz okuma yazma bilmiyor ama dünyanın en büyük filozofu belki de. Bizim çoğu zaman hissettiğimiz ama sözcüklere dökemediğimiz şeyleri, o, olabilecek en basit ve tutarlı şekilde açıklamayı becerebiliyor. Diğeri, üç kuşaktan beri denizci yetiştirmiş bir aileden gelen, tek aşkı deniz olan birisi. Deniz ne zaman çıldırsa, o da mutluluktan çıldırıyor. Ben ise okulunu, fizikçi olma hayallerini ve sevdiklerini geride bırakmış, yarı-filozof, yarı denizciyim. Hani ikisinde de biraz kendimi buluyorum.

Günlerimiz açık denizlerde geçiyor çoğu zaman, alabildiğine, uçsuz bucaksız masmavi bir enginlik. Zihnimin durulaştığını, berraklaştığını hissettiriyor bana bu 'yaşadığım' mavilik. Yüzümde hissettiğim rüzgar, eminimki okulumu çok yüksek bir ortalamayla bitirip, istediğim yerden kabul aldığım zaman hissedebileceğim yaşama sevincinden fazlasını veriyor bana. Yamadığım her ağ, lablarda kullandığım malzemelerden daha büyük bir haz veriyor. Denizin ortasında veya karadaki dairemde okuduğum her kitap, yoğun bir sabancı akşamından sonra okunan kitaptan daha doyurucu. Tattığım her şarap daha tatlı sanki..Hissettiğim her şey daha gerçek, daha bana ait.

Hayallerimden birisinin yalnızca buraya yazabileceğim kadarıydı bu..Bunun gibi daha nice hayallerim var. Hangi hayalimi yaşayacağıma ben karar vereceğim. Daha doğrusu, ruhumu o noktaya getirebileceğim.

Mert

2 Kasım 2010 Salı

karar vermek üzerine

Merhaba,

Birkaç bölük pörçük düşünceyi kafamda birleştiremediğim için yazıyorum şu an. Düşüncelerimin sonsuz döngülere girip tıkanmasını istemememde bir sebep olabilir.

Karar verme eyleminin ilginç yönleri üzerine düşünüyorum. İlgimi çeken ilk şeylerden biri de şu: karar verirken neyi temel alırsın? Genelde hayatımızda aldığımız nispeten 'küçük' kararlarda bu soru bu kadar önem teşkil etmese de, kararlarımız ne kadar büyürse, yani kararın sonuçları hayatında yaratacağı etki ne kadar büyürse, bu soru daha düşündürüyor beni.

Kendimi rahat karar alan birisi bilirim. Önceliklerim bellidir gözümde, pek şaşırtmam kendimi. Peki ya hayatınızla, hayatınız arasında karar almanız gerektiğini düşünürseniz? Anlamanızı pek beklemiyorum ama durum bu. Şimdi ben ne hayatımdan vazgeçebiliyorum, ne de hayatımdan. Alın size sonsuz döngü. İnsan kendi sonsuz döngüsünde boğulurken, tek kızdığı kendisi oluyor, tek sorumlu olarak kendisini görüyor. Karar alırken neyi temel alırsınız? Yazı tura atamam bu sefer.

Yazmak çok yardımcı olmadı. Yine yarıda bıraktım düşünceyi. Düşüncelerim korkutuyor beni.

24 Ekim 2010 Pazar

futbol, taraftarlık ve insanlığın geldiği nokta üzerine

Merhaba,

Kendimi bildim bileli Fenerbahçe'liyimdir. Çok bi nedeni yok, ben sarının yanına laciverti yakıştırıyorum, başka bi arkadaşımsa kırmızıyı. Olayın aslında bundan ibaret olduğunun kaç kişi farkında? Ben pek olumlu bakmıyorum bu sorunun cevabına.

Bugün derbi günüydü bildiğiniz üzere. Çok büyük istekle gidiyorum maçlara, orada olmayı seviyorum, gol yesende kaçırsanda atsanda sonuçta eğlenceli. Hoşuma gitmeyen birkaç durum var ve biliyorum bunu ben çözemiycem. Ama değinmek istemiyorum. Önce şunu söyliyim, ne maçlardan önce, ne kazandığımız maçlardan sonra, ne rakiplerimin maçlarını kaybettikten sonra hiç kimseyle dalga geçmedim. Dalga geçmedim diyorum ama benimle dalga geçilse de çok tınmam açıkcası, gülümserim bile kimse abartmadığı sürece.

Ama bugün kendi taraftarımın ve Galatasaray taraftarının halini gördüm. Geçen seneki Trabzonspor maçında da aynı hisler içerisindeydim, şu anda öyleyim. Atılan havai fişeklerin kimlere isabet ettiğini biliyo musunuz ey büyük takımların taraftarları? Atılan ses bombaları kaç hayatı değiştiriyor? Şahsa ve ailesine ettiğiniz küfürler neyi değiştiriyor, güzelliği kalıyor mu futbolun? İnsanlar mod değiştiriyorlar, ucunun size dokunduğunu bile bile küfrü basıyorlar, arkadaşım dediğiniz kişiler. Kötü yani ben haz etmiyorum. Bugün maç çıkışı talihsiz bi Galatasaray taraftarı Kadıköy'de yanlışlıkla Fenerbahçe'lilerin arasına daldı. Hiçbir provokasyon yapmamasına rağmen, Fenerbahçe taraftarı adama saldıracaktı az daha. Araya girdim ve o benim arkadaşımdır dedim, şans eseri bi durum oluştu. Nihayetinde Galatasaraylı kurtuldu. Şimdi, asıl soru şu; sen hangi taraftasın? Saldıracak mıydın yoksa koruyacak mıydın? Koruyacaksan ettiğin küfürler niyeydi? Ya da insanların suratlarına attığın havai fişekler?

Maç çıkışı herkes mutsuzluğunu küfürle, ana avrat söverek dile getiriyordu. Sonra da hiç bişey olmamış gibi ellerindeki cep telefonla fotoğraflarını çekiyorlardı. Ben bunu baya garipsiyorum ya.

En sonda şunu yazıyım, ben ne mi yaptım? Ben müzik dinleyip üzüldüm arkadaşım. Takımım kötü oynadığı için, çevremde bunları yaşadığım için üzüldüm, bir de maç çıkışı Kadıköy'de konuştuğum bi Beşiktaş taraftarının söylediği laf, klasik olsa da beni çok düşündürdü; biz eskiden tribünlerde hep beraber izlerdik maçları; ne farkederdi şimdi böyle olsaydı?

mert